Tarihsel açınadan Kam/Hekim ve Yemek İlişkisi

TARİHSEL AÇIDAN HEKİM-KAM İLİŞKİSİ

İnsanlar sağlıklı yaşamak isterler. Ama hastalanmadıkça veya başlarına bir kaza gelmedikçe yaşamda en önemli şeyin “sağlık” olduğunun farkına varmazlar. Farkına vardıklarında da korku ve kaygı içinde ve umutla hekime koşarlar. Böyle bir ruh hali içinde hekim, onlar için bir kurtarıcıdan öte, bir büyücü, bir evliya, bir tanrısal güçtür. Bu yüzdendir ki, başlangıçta (tarihin ilk çağlarında) hekimler aynı zamanda din adamıdırlar.

Eski Yunanda hastalar tapınaklara gidiyorlar ve orada din adamlarının aracılığı ile Sağlık Tanrısından yardım istiyorlardı. Hititlerde sağlık koruma işini din görevlileri üstlenmişti; bunlara rahip anlamına gelen Sankunnis deniyordu. Mısırda, Sümerde, Babilde bütün sağlık işleri din görevlileri tarafından yerine getiriliyor, bir anlamda bilici (kâhin) sayılan bu kişiler kutsal bir nitelik taşıyorlardı. Hindistan’da hastalar Buda tapınaklarında tedavi görüyorlardı. Hıristiyan Avrupa’da ilk hastane kilise tarafından kurulmuştu; onikinci yüzyılın ortalarında Montpellier’de kurulan bu hastanenin adı Saint-Esprit (Kutsal Ruh) idi.

Eski Türkler’de dinsel törenleri yöneten “Şaman” veya “Kam” aynı zamanda hekim idi. Hastalıklara karşı savaşmak, hastaları iyileştirmek ve hastalık getirebilecek doğa olaylarını önlemek “Kam”ın görevleri arasındaydı.

Oğuzlar “kam”lara büyük saygı gösterirler, onları görünce önlerinde eğilirler, yaşamlarının onların koruması altında olduğuna inanırlardı. Atasagun’da denilen hekim kutsal bir varlıktı. Kamların kamusal alanda ve toplum üzerinde büyük etkinlikleri vardı. Buna bakılarak ilk toplum hekimlerinin Kamlar olduğu söylenebilir. Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinden sonra Kamların izlerini, Anadolu Erenlerinde ve Dervişlerde görmekteyiz. 1404’de Timur’un yanına giden Kastilya elçisi Klaviyo, Delibaba veya Deliler Köyü denilen yerdeki dervişlerin nefesleriyle hastaların şifa bulduklarını ve bu dervişlerin başı olan evliyanın köyün hâkimi olduğunu aktarmıştır.

Anadolu’da çok eski çağlardan beri varlığı yokluğu pek kesin olmayan Lokman Hekim, hekimlerin atası sayılır. Bitkilerin dilinden anlayan, hangi bitkinin hangi ağrıyı dindirdiğini, hangi hastalığı iyileştirdiğini bilen ve bitkiler tanrısı olarak saygı gören Telepinu, islâm ülkelerinde Lokman Hekim adıyla bir yalvaç (peygamber) olarak tanınmıştır. Anadolu insanı dilden dile, çağdan çağa aktarılagelen ve insan sağlığının korunması konusunda masallaşan bu inancı kendi anlayışına göre yorumlayıp eski çağın bitkiler tanrısına Lokman Hekim demiş; onu masallarda, söylencelerde, türkülerde insanüstü bir varlık olarak betimlemiştir.

KAM/OTAÇILAR/EMÇİLER

Kamların işlevlerinin ayrışmasıyla hekimlik işlevinin İslami karaktere bürünerek ocaklar, emçiler, otaçılar, hocalar, kırık-çıkıkçılar biçiminde varlığını sürdürdüğü bilinmektedir. Bunun yanında kam ve kamlığa ilişkin temel söz varlığının hekimlik işlevine yönelen anlamlar kazandığı da görülmektedir. İslamiyet’in etkisindeki ilk metinlerde kam sözcüğünün hekim karşılığında kullanılmaya başlandığı görülür. Aynı dönem metinlerinde emçi ve otaçı sözcükleri de hekim anlamıyla kullanımdadır.

Gerhard Doerfer emçi sözcüğünü incelerken otaçı ve emçinin işlevlerindeki farklılığa dikkatleri çeker. Emçinin büyü ile tedavi eden bir büyücü hekim anlamına geldiğini, buna karşılık otaçının yalnızca hekim özelliği gösterdiğini belirtir. Kalmuklarda otaçı sözcüğünün kırık kemikleri onaran ve veterinerlik de yapan bir hekim olarak ifade edilmesi otaçıların emçilerden ayrılan yönüne işaret etmektedir

Baksıcılar

Doğu Türkistan Türkleri, Yakutlar gibi, erkek şamana oyun derler. Kırgız-Kazaklarda şaman yerini tutan ve onun ödevlerini uygulayan kişiye baksı (görücü, gören, bakan) ya da bahşı denir.

Türkler genelde Şaman kelimesini kullanmazlar. Baksı veya Kam denilen, Bahşı, Bahşa olarak da bilinen, Şaman olarak Dünya’da genellikle eski hekimler için kullanıldığı gibi büyücüler için de kullanılan Türklerin Baksı olarak söylediği bakan, gören anlamında kullanılır.

Baksı veya Kam adı verilen tedaviciler, Türk kültürü ve günlük yaşayışında çok eski zamanlardan beri yer almaktadır.

Dede Korkut misalinde olduğu gibi: Dede Korkut bir yanda öğüt verir, bir yanda destan söyler, diğer yanda kopuz çalar, hasta tedavi eder ve çeşitli konularda iyi sonuçlar alınması için dua eder. Kazak ve Kırgızların inanışına göre, Korkut Ata en büyük velilerden sayılır. Kazakların kopuz ve tombure, dombra gibi sazlarını icat edenin de yine Korkut Ata olduğuna inanılır.

Bilhassa Altay, Kırgız, Kazak ve Sibirya (Yenisey, Abakan) Kamları, yayla veya parmakla icra edilen Kopuz, Topşuur, Komuz, Kıyak gibi müzik âletleri ve çeşitli ritim sazlarıyla trans haline geçip “Ataruhu” ile bağ kurup bu sezgi bilgisine ulaşmaya çalışırlardı. Müzik eşliğinde icra edilen danslar genellikle bazı kutsal figürlerin taklidi şeklinde olurdu. Kazak ve Kırgız Türklerinde müzik ve dans ile tedavi örneği olarak, çok eskiden beri devam eden bir dans olan Karacorga bir atın yürüyüşünü simgelemektedir. Kartal, kurt, ayı, geyik, kuğu, yedi evliya, at, kaz bu simgelerden bazılarıdır. Eski inanışa göre bu figürler Ataruhu´nu temsil etmektedirler. Elde edilen bilgi ile hastaları tedavi ederler, gelecekten haber verirler, toplum meselelerine çözüm getirirlerdi. Kam denilen, daha sonra İslâm dini tesiri ile Bahşı veya Baksı adını alan bu hekim-ozanlar için ilham ve sezgiye ulaşmak kolay bir şey değildi. Ancak Ataruhu bu seçimi yapar ve bu görev en uygun kişiye veya kişilere verilirdi.

13,Yüzyılda Köktürk yazısını bilen ”Kam”lar

Cüveynî, 1226-1283 yılları arasında yaşamış İlhanlı tarihçisi ve devlet adamıdır. 1252-1260 yılları arasında yazdığı Farsça Târîh-i Cihân-güşâ, Moğol ve İlhanlı tarihinin en önemli kaynaklarından biridir. Azmun”un çalışması bu Farsça eserdeki Türkçe asıllı kelime ve unvanlar hakkındadır.

Mürsel Öztürk çevirisinde “Hıtay”dan bu yazıların sahibi olan beyaz dedikleri bir topluluk getirdiler.” olarak geçen ibarenin Azmun tarafından “Hıtay”dan … denen bir kavmi getirdiler. O cemaatin yazısıymış.” biçiminde çevrilmesi ve boşluk hakkında Azmun”un düştüğü dipnottur. Dipnota göre Cüveynî yazmalarının bir nüshasında “beyaz” olarak geçen kelime üç nüshada da “kamân” olarak geçiyormuş. Azmun, “Kamân, kam ”şaman filozofu ve müneccimi” sözünün çoğuludur.” diyor.

Böylece anlaşılmamış olan “beyaz” kelimesinin bir nüshada yanlış kaydedildiği, üç nüshada ise doğru olarak “kamân” şeklinin bulunduğu ortaya çıkıyor. Cüveynî”nin eseri Farsçadır ve kam kelimesinin Farsçadaki çokluk biçimi Azmun”un dediği gibi “kamân”dır.

Demek ki 13. yüzyıldaki Türk ve Moğollar Köktürk yazısını bilmiyormuş ama bu yazıyı bilenler varmış. Onlar da Çin”de yaşayan ve 13. yüzyılda hâlâ o yazıyı kullanan (“bu yazıların sahibi olan” / “o cemaatin yazısıymış”) “kam”lar imiş.

Hekim ve yemek meselesi

Yukarıda lokman hekimden bahsetmiştim. Ve Lokman hekimin yemek ile alakalı tavsiyeleri aklıma geldi.  Ben bir aşçı olarak bana doktor/hekim dendiğinde aklıma yemek kitabı yazan şirvani ve mehmet kamil efendi geldi. Şirvani ve Mehmet Kamil efendi benim için farklı yeri vardır. Şirvani 2. Murad döneminde kitabını yazmıştır. Osmanlı sarayında bu kitap üzerinden yemekler yapılmıştır. Bu kitapta yemek tarifleriyle beraber hangi gıdanın neye yararı ve zararı olduğu hakkında bilgi vermektedir.  Mehmet Kamil efendi de ilk türkçe yazılı yemek kitabını yazmıştır. Melceü’t-Tabbahin yani “Aşçıların Sığınağı” kitabı Türk mutfağı için başucu kitaplardan biridir.

Lokman hekim

Lokman Hekim hikâyelerinde Lokman’ın hekimlikteki ustalığının ilişkilendirildiği en önemli özelliği onun bütün ilaçları ve bitkileri tanımasıdır.

Tüm bitkilerin ve ilaçların ona hangi hastalığa iyi geldiklerini söylemesi sonucu bu bilgiyi edinmiştir:

“Lokman Hekim bir gün bir hastası için ilâç yapmak üzere kırda çiçeklerle konuşurken, bir çiçek dile gelmiş: ‘Aradığın ilaç bendedir. O ilaç olarak falanca eczanededir’ demiş. Lokman Hekim bunu işitir işitmez hemen belirtilen eczaneye koşmuş. İçeri girer girmez raflara bakmış. İçinde çiçeğin söylediği ilaç olan kutu sallanmış. Lokman sallanan kutuyu alarak, hastasını şifaya kavuşturmuş”

Lokman’ın Şifalı Bitkileri

Halk arasında tedavi amaçlı kullanılan ya da şifalı olduğuna inanılan bazı bitkiler, Lokman Hekim anlatılarında çeşitli rahatsızlıkların tedavisi için ya da sağlığın korunması amacıyla tavsiye edilmektedir.

Arpa Suyu: Göğüs ağrısına şifa

“Adamın biri nefes darlığına tutulmuş. Lokman Hekim’e koşmuş; ‘Göğsüm tutuluyor, ne yapayım?’ demiş. Lokman da, ‘Arpayı kaynatarak suyunu iç’ demiş.

Lokman’ın tavsiyelerini uygulayan hastanın hemen göğsü açılmış”

Lokman hekim bunun gibi birkaç bitki hakkında bilgi vermektedir.

Lokman’ın Şifalı Yemekleri

Lokman Hekim anlatılarında, halk arasında özellikle hastalara pişirilen ve şifalı olduğuna inanılan bazı yemeklerin tavsiye edildiği örnekler de bulunmaktadır.

Kızılcık Çorbası, Pancar Aşı

“Bir gün Lokman Hekim, Dikme’de iri yarı tunç gibi doksanlık bir ihtiyara rastlar. Lokman Hekim ‘Memleketinizde doktor var mı? Siz hep böyle dinç misiniz?’ diye sorar. İhtiyar cevap olarak: ‘Biz yazın yaşa, kışın taşa oturmayız. Yazın dere suyu, kışın pınar suyu içmeyiz. Kızılcık çorbası ile pancar aşı yer, sırt üstü yatarız’ demiş”

Yoğurt

“Yaz günü tarlada kan-ter içinde çalışan köylüleri gören Lokman Hekim, bunların hastalanıp kendisine başvuracaklarını düşünürken, köylülerin işe ara verip yoğurt yediklerini görünce, ‘Bunların neden hasta olmadıklarını anladım, yoğurt yiyerek hastalıklardan korunuyorlar’ demiş”

Yemek kitaplarında yemek ve sağlık ilişkisi

Yemek kültürümüzün önemli bir belgesi olan bu kitap sadece yemek tarifleri vermez. Tariflerin başında hangi yemeğin hangi hastalığa iyi geldiği ya da hangi hastalıkları da önlediği de yazılmıştır. Önleyici tıp / koruyucu hekimlik (hastalıklara yakalanmadan önce alınacak önlemlerle hastalıkların başlamasını engelleme) anlayışının güzel örneklerinden biridir.

Hipokratla başlayan bu anlayış (Yedikleriniz ilaçlarınız, ilaçlarınız yedikleriniz olsun) Osmanlı’da da benimsenmiş ve başarıyla uygulanmıştır. Faydalı macun ve şerbetlerin kökeninde bu “koruyucu-önleyici” anlayış yatmaktadır.

  1. yüzyılda yaşamış olan hekim Muhammed bin Mahmud Şirvani’nin kaleme aldığı eserde birçok yemek tarifi görülmektedir. Hekimin yazdığı bu tarifleri günümüzde uygulamak da mümkündür. Arap ve Türk Mutfaklar’ından yemekler içeren bu kitap aynı zamanda bir tıp kitabıdır. Bu ve benzer tıbbi kitaplarda yemeği doğru zamanda yemenin faydaları sayısız kez dile getirilmektedir. Mutfak ve sağlık ilişkisinin hekim gözüyle olan tarafını yansıttığı için ‘sağlık için yemek’ bakış açısıyla yazılan bu kitapların benzer örnekleri başta Avrupa coğrafyası olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde görülebilir.

Şirvaninin kitabından bir şörnek vereyim.

Ispanak kalyesi: Zekayı ve bedeni besler, sperm arttırır, iştah açar, tabiatı yumuşatır,  stresin yarattığı kalp çarpıntısına ve mide ağrısına iyi gelir, düzgün karakterlilerin gıdasıdır.

  1. yüzyılın yeme içme ustalarından Jean Anthelme Brillant-Savarin ünlü bir özdeyişinde şunu söylüyor: “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”. Yasak olan yiyeceklerin yasak olmalarını benimseyerek yapılan perhizler, oruç dönemlerinin sınırlı yemek alışkanlıkları beraberinde seçilen yaşamları ve kararları da belirlemektedir. Bu inançlar neticesinde yaşanılan toplumu belirleme ve kültürel kümeleşmelerin sınırları da bulunmaktadır. Doğal hayatın bir parçası olan bu yaklaşım yakın bir zamana kadar modern tıbbın kısmen reddettiği bir anlayıştı. Ancak son 20 yılda sadece ülkemizde değil dünyada da hatırlanıp kabul görmeye başladı.

Şirvani gibi mesleği doktorluk olan Mehmed Kamil’in yazdığı Melceü’t -Tabbahin, basılmış ilk Türkçe yemek kitabıdır. 1844 yılında lito (taş baskı) olarak basılan kitap, dönemine göre inanılmaz bir ilgi görerek, 1888 yılına dek 9 baskıya ulaşmıştır.

Mehmed Kamil 2. Mahmut tarafından açılan,batılı anlamdaki ilk tıp fakültesi olan Mekteb-i Tıbbıye-i Adliye-i Şahane’nin hocalarındandır.

Mehmed Kamil, kitabını, hep eski yemekleri yapan kadın ve erkek aşçılardan bıktığını, zevk – sefa ehline neşe verecek bir eser yazmağa iştahlı olduğunu belirterek yazmıştır. Kitabını hazırlarken 18. yüzyıla ait “Ağdiye Risalesi” ve “Yemek Risalesi” isimli iki yazma eserden yararlanmış, yemek konusunda araştırmalar yapmış ve konu hakkında tecrübeli kişilere danışmıştır.

Kitabın tamamı 132 sayfadır. 12 bölüm üzerine düzenlenmiştir. Çorbalar, kebaplar, yahniler, tavalar, börekler, hamur işleri, sütlü tatlılar, bastılar, zeytinyağlı ve sağyağlı dolmalar, pilavlar, hoşaflar, kahveden önce yenecek tatlılar ile içecekler. Ayrıca derkenar olarak (sayfa kenarlarında) salata, turşu ve tarator tarifleri verilmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir